Hayata ayrıntılarından baktığın zaman her ayrıntı sana kendini tek konunmuşcasına sunuyor. Bazen buna sen de inanıyor ve diriliğinin kıpırtıları olan bu ayrıntı odacıklarına ilgini, özverini, zamanını ve emeğini hapsediyorsun. Gözünde büyütüyorsun onu. Fakat onun senin önüne diktiği yalancı tepeyi aştığında; yani sen, ondan arttığında, ona fazla geldiğinde ise yapayalnız kalıyorsun.
Bakıyorsun. Bakış-larını açı-yorsun. Gözünü bürüyen o ayrıntıların her biri senden, değerlerinden, ihtiyaçlarından hatta lükslerinden çok geride kalmış ve gerçekten küçülmüş.
Daha dikkatli bir bakışla yeniden baktığında senin emeğini ve zamanını; ömrünü alacak değerde, büyüklükte, bütünlükte olmadığını anlıyorsun. “Meğer” kelimesi saplanıyor içine. Hep geriye doğrudur pişmanlıklar. Pişmanlık yaşlı bir bilgedir. Dinlemek istemediğin halde sesini duyduğun. Biliyorsun.
Geç te olsa ya da erken: bunu anlıyorsun.
Her bir ayrıntının bir ömür hırsızı olduğunu, bir çapulcu gibi yıllarına üşüştüğünü ve seni değil, kendini yaşattığını, bir asalak olduğunu düşünüyorsun. Yanılgılarının sayısı ve oranını hesaba dökerken yaşlanıyorsun.
Sana “meğer” sözünü söyleten şişirilmiş detayların hepsi senin hayatının öz çocuklarıydı. Onlarsız olmazdı, olmaz onlarsız, bunu kabul ediyorsun. Gerekliliklere karşı çok anaçsın. Gereğinden fazla onları kucaklıyor ve bir telaşla yaşıyorsun.
Omzunda gezdirdiğin de oluyor. Yorgun argın yatağına yattığında kendini yenice ölmeye vakit bulabilmiş bir hamal gibi hissediyorsun. İhtiyaç anlayışın ve hatta kimi lükslerine ulaşamadığında kendini dünyanın en yoksuluymuş gibi hissedişlerin asıl küfende ağırlık yapan. Anlıyorsun.
Koşturmacayı bitirip nihayet uzanmadan önce yükünü bir yana fırlattığında yüreğin hala boş kalıyorsa,
gerçek açlığın ne olduğunu bir türlü anlayamıyorsan, mahzun ölüyorsun.
Sana yüklenenler çekip gittiğinde, seni yüklenen bir aşk hissetmiyorsan…
Ağlayarak uyuyakalıyorsun…
Ertesi gün biraz daha akıllanıp sırtından indirdiklerin oluyor. Fakat sırada bekleyen o kadar arsız sıradanlıklar var ki; olmazsa olmazına bir türlü sıra gelmiyor.
Soyunuyorsun; karşılanmış bütün ihtiyaçların ve ulaştığın bütün lükslerin doygunluk noktasında seninle alay edercesine seni bırakıp gittiklerinde ne yapacağını, nasıl avunacağını, kime gideceğini, kime koşacağını, kimde kalacağını bilmiyorsun. Seni öylece kimin, hangi dünya görüşünün, hangi bütünsel bakışın terk etmemek üzere kucaklayacağını düşünüyorsun kara kara…
Yürüyorsun. Olmazsa olmazını arıyorsun.
Yaşıyorsun. Ölmezse ölmezini arıyorsun.
Yaşadıklarının hepsi vazgeçilebilir şeyler. Bak hepsi senden nasıl da vazgeçtiler… Küçümsüyorsun. Ne ufka koymaya değiyorlar, ne peşinden koşulmaya…Bir çocuk anne kucağına, göğsünden akan ırmağına nasıl muhtaçsa, sen de onlara muhtaçsın halbuki. Yaşamak zorundasın. Kimi lükslerini de ihtiyaçmış gibi algılatan çağ yanılgısına da kapılmışken hazır. Fakat neden her birinin üzerine bu denli/bu kadar fanilik sinmiş? Neden en doygun anlarının tadını bozacak şekilde bir ölüm hırıltısı yaşatıyorlar böyle sana?
Yemelerin, içmelerin, gezmelerin, dinlenmelerin, eğlenmelerin, keyiflerin, fantezilerin, uçuklukların hepsi bir yere kadar seni eğliyor. Her biri özen/itina aynasından alıyorlar boylarının ölçüsünü. Diledikleri gibi tepiniyorlar ve illa gidiyorlar günün birinde. Baksana daha kendileri gitmeden tatları kayboluyor.
Doygunluk kötü bir zirve oluyor; tam o noktada varsa eğer uçurumunu fark etmenin nedeni de oluyor. Bir türlü doymayan yanını çiziyorsun görünmeyen bir yere. Kendinden bile gizlediğin benliğinin dibini görüyorsun.
İşte o zaman hayatının sorusunu soruyorsun kendine. Cesur oluyorsun. Vazgeçilmezini, en temel, en dipte olan, olmazsa olmazını, onsuz yapamayacağın şeyi soruyorsun hayata karşı bağırarak! Ki karnın tok, sırtın pek olduğunda da o anlatılmaz yokluğunu sana açlık, yoksulluk gibi hissettiren o şey nedir, diye haykırmak istiyorsun. Ya da…Ya da lüks içinde yüzerken yokluğuyla seni boğan o şey nedir?
Dosdoğru olmak!
“İnsan” olmak ve öyle kalmak, insanca yaşamak, insana yaraşır bir öz ve biçimde…
“ihtina’s sırat al müstakim!”
Yokluğunda yoksullaştığın, varlığında da her şeye bir anlam, bir değer katan niteliktir senin en vazgeçilmez muhtaçlığın.
Dosdoğru olmak!
Sıradan ihtiyaçlarınla, lükslerin arasında gidip gelirken, bitmeyen sa’yını hem yaşanmışlık olarak değerlendiren/sayan; hem de hepsini ayrı bir değere dönüştüren bir karşılık, bir ölçüdür o.
Dosdoğru bir yol’un güvenli iletisi, başka hiçbir şeyde bulunmayan vazgeçilmez bir doygunluk ve onun hayatı alıp götürmesidir. Hayata tümden bakman ve onu bütünleyen her hücreciğin içine bir bilinç aydınlığıyla girebilmen, yeniden hepsinden üste çıkabilmenin keyfidir.
Doğruluk çizgisinde yola düşüyorsun. Aradığındır bu; sana her anlamda doygunluğu yaşatacak olandır. İyiliğin ve güzelliğin hakiki ölçüleridir. Hayatının çeki düzenidir. Var olmanın tadıdır. Onurundur. Ne yapacağını ve niçin yapacağını bilmendir. Nasıl yapacağını da…
Doğruluk bilgisidir. Gökyüzünün en yüce katlarından gelen.
“İhtina’sırat al müstakim!” Bizi dosdoğru yola ilet! Diye ısmarlıyorken olmazsa olmazını, bakışların katlarca çıkıyor, çıkıyor. Başa çıkılmaz bir sevgiye dokunuyor gözlerin. Muhteşem bir merhametin kucağında olduğunu yenice anlıyorsun. Kuşatılmışsın bir kere. Sadece sen bunu ancak fark ediyorsun.
Kime, nasıl bir tanrıya ısmarlıyorum vazgeçilmezimi diye endişelenme artık. Övgülerin en güzeline layık olana terk et kendini. Yerinme.
Yalnız senin hayat önerini yaşarım diyebil cesurca…Yalnız Sen’den yardım isterim bunu başarabilmek için…
Duanın aynası olmalı hayat. Hayatının aynası da Fatiha. Böyle aç hayatını, böyle doğ, böyle kalk sabahları, bu anlayışla başla bir işe, bu bakışlarla karış hayata…
Önceden sana söylenmiş bir hayat önsözüdür okuduğun.
Ertesi gün biraz daha akıllanıp sırtından indirdiklerin oluyor. Fakat sırada bekleyen o kadar arsız sıradanlıklar var ki; olmazsa olmazına bir türlü sıra gelmiyor.
Soyunuyorsun; karşılanmış bütün ihtiyaçların ve ulaştığın bütün lükslerin doygunluk noktasında seninle alay edercesine seni bırakıp gittiklerinde ne yapacağını, nasıl avunacağını, kime gideceğini, kime koşacağını, kimde kalacağını bilmiyorsun. Seni öylece kimin, hangi dünya görüşünün, hangi bütünsel bakışın terk etmemek üzere kucaklayacağını düşünüyorsun kara kara…
Yürüyorsun. Olmazsa olmazını arıyorsun.
Yaşıyorsun. Ölmezse ölmezini arıyorsun.
Yaşadıklarının hepsi vazgeçilebilir şeyler. Bak hepsi senden nasıl da vazgeçtiler… Küçümsüyorsun. Ne ufka koymaya değiyorlar, ne peşinden koşulmaya…Bir çocuk anne kucağına, göğsünden akan ırmağına nasıl muhtaçsa, sen de onlara muhtaçsın halbuki. Yaşamak zorundasın. Kimi lükslerini de ihtiyaçmış gibi algılatan çağ yanılgısına da kapılmışken hazır. Fakat neden her birinin üzerine bu denli/bu kadar fanilik sinmiş? Neden en doygun anlarının tadını bozacak şekilde bir ölüm hırıltısı yaşatıyorlar böyle sana?
Yemelerin, içmelerin, gezmelerin, dinlenmelerin, eğlenmelerin, keyiflerin, fantezilerin, uçuklukların hepsi bir yere kadar seni eğliyor. Her biri özen/itina aynasından alıyorlar boylarının ölçüsünü. Diledikleri gibi tepiniyorlar ve illa gidiyorlar günün birinde. Baksana daha kendileri gitmeden tatları kayboluyor.
Doygunluk kötü bir zirve oluyor; tam o noktada varsa eğer uçurumunu fark etmenin nedeni de oluyor. Bir türlü doymayan yanını çiziyorsun görünmeyen bir yere. Kendinden bile gizlediğin benliğinin dibini görüyorsun.
İşte o zaman hayatının sorusunu soruyorsun kendine. Cesur oluyorsun. Vazgeçilmezini, en temel, en dipte olan, olmazsa olmazını, onsuz yapamayacağın şeyi soruyorsun hayata karşı bağırarak! Ki karnın tok, sırtın pek olduğunda da o anlatılmaz yokluğunu sana açlık, yoksulluk gibi hissettiren o şey nedir, diye haykırmak istiyorsun. Ya da…Ya da lüks içinde yüzerken yokluğuyla seni boğan o şey nedir?
Dosdoğru olmak!
“İnsan” olmak ve öyle kalmak, insanca yaşamak, insana yaraşır bir öz ve biçimde…
“ihtina’s sırat al müstakim!”
Yokluğunda yoksullaştığın, varlığında da her şeye bir anlam, bir değer katan niteliktir senin en vazgeçilmez muhtaçlığın.
Dosdoğru olmak!
Sıradan ihtiyaçlarınla, lükslerin arasında gidip gelirken, bitmeyen sa’yını hem yaşanmışlık olarak değerlendiren/sayan; hem de hepsini ayrı bir değere dönüştüren bir karşılık, bir ölçüdür o.
Dosdoğru bir yol’un güvenli iletisi, başka hiçbir şeyde bulunmayan vazgeçilmez bir doygunluk ve onun hayatı alıp götürmesidir. Hayata tümden bakman ve onu bütünleyen her hücreciğin içine bir bilinç aydınlığıyla girebilmen, yeniden hepsinden üste çıkabilmenin keyfidir.
Doğruluk çizgisinde yola düşüyorsun. Aradığındır bu; sana her anlamda doygunluğu yaşatacak olandır. İyiliğin ve güzelliğin hakiki ölçüleridir. Hayatının çeki düzenidir. Var olmanın tadıdır. Onurundur. Ne yapacağını ve niçin yapacağını bilmendir. Nasıl yapacağını da…
Doğruluk bilgisidir. Gökyüzünün en yüce katlarından gelen.
“İhtina’sırat al müstakim!” Bizi dosdoğru yola ilet! Diye ısmarlıyorken olmazsa olmazını, bakışların katlarca çıkıyor, çıkıyor. Başa çıkılmaz bir sevgiye dokunuyor gözlerin. Muhteşem bir merhametin kucağında olduğunu yenice anlıyorsun. Kuşatılmışsın bir kere. Sadece sen bunu ancak fark ediyorsun.
Kime, nasıl bir tanrıya ısmarlıyorum vazgeçilmezimi diye endişelenme artık. Övgülerin en güzeline layık olana terk et kendini. Yerinme.
Yalnız senin hayat önerini yaşarım diyebil cesurca…Yalnız Sen’den yardım isterim bunu başarabilmek için…
Duanın aynası olmalı hayat. Hayatının aynası da Fatiha. Böyle aç hayatını, böyle doğ, böyle kalk sabahları, bu anlayışla başla bir işe, bu bakışlarla karış hayata…
Önceden sana söylenmiş bir hayat önsözüdür okuduğun.
0 Yorum:
{Yorum Gönder}